Gece deyince aklınıza hemen gece hayatı gelmesin. Gelir çünkü biliyorum. Ne de olsa memleketin ezberi bu. Hassasiyetleri olan bir toplumuz. Gece hayatına da sanatçıya da magazin dünyasının açtığı bir pencereden bakar yurdum insanı, o montajlanmış dünyaya inanır, kurmacayı gerçek kabul eder, en nihayetinde bu bakış sanatçılara ilişkin genel bir yargıya dönüşür. Alıştık artık. 

 

2011 yılında Pelin Esmer’in “Gözetleme Kulesi” filmi için Kastamonu’ya gitmiştim. Tosya civarlarında, arabayla yarım saat tırmandığınız bir ağaç otelde kalınıyor; kuş uçmaz, telefon çekmez, etrafta insandan çok domuzun ve ayının kol gezdiği, kelimenin tam anlamıyla bir dağ başında. Maksat filmin ana mekânı olan, en tepedeki yangın gözetleme kulesine yakın olmak. Benim sahnelerim Menderes Samancılar’la; otele aşağı yukarı bir saat mesafede bir benzin istasyonunda çekilecek. Menderes Abi akşamdan “sen benim arabayla gel hem laklak ederiz hem de ezberi geçeriz” dedi. Canıma minnet. Sabah beş buçukta, henüz ayılar bile uykudayken kalktım; sekiz buçukta motor denecek, yedi buçukta o ücra istasyonda olunacak. Saat altı buçukta Menderes Abi marşa bastı. Menderes Abi yorgun, Menderes Abi bitkin, Menderes Abi yılgın; benim işim iki gün, o neredeyse üç haftadır her sabah aynı saatte kalkıp, kış ayazında, yağmur çamur demeden çalışıyor. Burnu akıyor, öksürüyor, tıksırıyor, sesi zor çıkıyor. Perişan vaziyette. Bir arabanın zor sığdığı, tekerlerin yavşak toprağa bata çıka döndüğü bir patikadan aşağıya doğru iniyorken, ana yola az kala, önümüzü bir küçük baş sürüsü kesti, arkalarından da bir çoban sökün etti. Menderes Abi tam bir halk adamı, o bile fazla, aslında kendisi halk; yıllar yılı ‘halk için’, sınıfının sanatını, insana duyduğu karşılıksız sevgiyle yapmış, duyarlı, hümanist, alçakgönüllü, bir güzel adam. Dahası, karşısındaki kimse, onun dilini konuşabilme kabiliyetine sahip, bir muhabbet kuşu. Sürünün ağır aksak yolu açmasını beklerken, çobanla iki çift laf etmek için camı indirdi, “Selamın aleyküm hemşerim, nasılsın” dedi. Çoban da onun kadar yorgundu, bütün gün dağ bayır gezmekten, koyunların peşini kovalamaktan, karın tokluğuna çalışmaktan bitkindi, çoban da onun kadar yılgındı. Bir süre bize doğru boş baktı. Birdenbire Yakup Kadri’nin Yaban romanının içinde sandım kendimi; soğuk, mesafeli, yabancıya karşı temkinli bir bakıştı sanki. Sonra aniden bakış değişti, başka bir duyguyla bezendi. Menderes Abi’yi tanıdı. Televizyonda gördüğü adamın sabahın köründe, üstelik Allah’ın bile unuttuğu bu yerde karşısına çıkmasına mı şaşırdı, yoksa Menderes Abi camı açıp konuşunca yaşadığı şeyin gerçek olup olmadığına mı inanamadı, anlayamadım. Ama o sakin adamın birden öfkelendiğini kestirecek kadar insan tanıyordum. “Nasıl olalım, görüyon işte” dedi, “hayat size güzel tabii” diye devam etti. “Niye öyle diyorsun? Bak biz de işe gidiyoruz. Çalışıyoruz” dedi Menderes Abi. “Ha, tabi çalışıyonuz. İki şıkşık bi tıktık, üç saniye görünüp, parayı cukalıyonuz. Hayat size güzel.” Menderes Abi sustu. Camı kapattı, yola devam etti, arabada derin bir sessizlik oldu. O insan sevgisiyle yoğrulmuş adamın üşütmeden mütevellit kırıklığına bir de hayal kırıklığı, hem de kalp kırıklığı eklenmişti sanki. Bir süre gittik, bir sigara yaktı, “niye öyle dedi ki şimdi bu bana” diyebildi kısık sesiyle. Niye öyle dediğini kendi de biliyordu. Bizim memlekette aktöre bakış ezelden beri budur: renkli dünya, güzel hayat… 


Sanırsın her gün jakuzinin içinde yatarak, çakmakla dolar yakıp, topuklu ayakkabıdan şampanya içiyoruz.  

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar