Kayıtlar

Ocak, 2024 tarihine ait yayınlar gösteriliyor
Ben oldum bittim endişeliyimdir. Babam da öyledir. Bakıyorum oğlum da öyle. Demek bizim tohum böyle, ne yaparsın? Belki de insan türünün doğası bu, fakat bazıları bunu yönetebiliyor, bazıları hiç dışa aksettirmiyor, diğer bazıları da zaten umursamıyor. Çok gamsız tanıyorum, yalan değil. Belki de endişe hep var da onunla kurduğumuz ilişki değişiyor. Bunların cevabını ruh bilimcilere bırakmak lazım.    Sloven düşünür Renata Salecl, endişeyle başa çıkmada bir yolun da fantezi kurmak olduğunu söylüyor. Fantezi bizim dilimizde sonradan çok yozlaşmış, alt anlamı üst anlamını bastırmış bir sözcük; daha çok cinsel bir çağrışımla algılanıyor. Oysa Salecl’in bahsettiği fantezi, kişinin hayatına anlam ve tutarlılık kazandıracak bir hikâye uydurması, dahası bu senaryoya kendini inandırması. Düşünür bunu nevrotik örnekler için söylüyor, kimi savaş gazileri ya da savaş sonrası toplumları gibi; ama fantezinin endişeye panzehir olma halini daha da ileriye götürmek mümkün sanki. Nitekim bütün inanç sis
Korku belli bir şeye, duruma, kişiye karşı duyulur; kaygıysa bir belirsizliğe karşı. Babandan korkarsın, örümcekten korkarsın, karanlıktan korkarsın, parasızlıktan korkarsın; adı konabilir bir duygudur korku. Kaygının kaynağı ise somut değildir, gelecek genel olarak endişe verir, belirsizlik kaygının kaygan kaynağıdır. Ben demiyorum, Freud diyor.    Aslında her türden iktidar, (sadece siyasal iktidarlar değil iktidarın her türü) kaygıyı gidermesi umuduyla başa gelir. Slogan, geleceğe umutla ve huzurla bakmaktır, genel olarak. Oysa bu olası değildir, zira gelecek bizatihi kaygının kendisidir. Gelecek ortadan kalkmadığı müddetçe, kaygı yok olmayacaktır. O halde, iktidarın, iktidarını sürdürmek için, kaygıyı gidermeyi bırakıp, korkuyu körüklemesi gerekir. Kolektif korku her şekilde iş görür, artık boşluğu siz doldurup, adını siz koyun.  Ben demiyorum, dünya biliyor.  
Tiyatronun en büyülü tarafı birdenbire oluvermesi, ne kadar prova yapmış, ne kadar sağlam ezberlemiş, ne kadar hazırlıklı, ne kadar kendinden emin olsan da, tiyatroda birdenbire bir şey oluverir. Hiç beklemediğin anda, hiç beklenmedik bir şey olur, öyle kalırsın. Bu birdenbire olana verdiğin tepkidir tiyatro hem oyuncu hem de seyirci için. Tiyatro o zaman hayat bulur, tiyatro o durumda gerçek olur, tiyatro o vakit bizatihi gerçeğe dönüşür.   Sene 93 ya da 94 olmalı, 24 yaşında falanmışım demek ki. Köhne Bizans Operası diye bir oyun oynuyorduk; Ortaoyuncular’da içinde olduğum henüz ikinci oyun, çıraklığın da başındayım anlayacağınız. Ferhan Şensoy bizim için bir ilah, her şeyi harfiyen uygulamak gerekiyor; ustaya, sahneye, oyuna, hepsinin başında tiyatroya saygıyı öğrenmekte olduğum bir dönem. Oyunda herhalde otuz kişi var, üç saat sürüyor, yirmi tane falan şarkı, canlı söyleniyor fakat müzik efektten geliyor, üstüne birçoğunda herkesin sahnede olduğu danslar biniyor. Müzikleri Fikret K
Her gün dünya bir şey günü. Baktım bugün “Dünya Euler’in Sayısı Günü” imiş. Euler kim? Tanımıyorum ki sayısını bileyim. İsviçreli matematikçiymiş, çok mühim bir sayı icat etmiş. Bana ne? Ben daha pi sayısını çözemedim, bir de ‘e’ sayısı çıktı başıma. Umurumda değil hiç kusura bakmayın. Zaten dünyada kaç kişinin umurundadır, çoğu insan için aşağısı Kasımpaşa olduğu için sayıya özel bir gün yapılmış bence. Adam yemeyip içmeyip, yıllarını harcayıp sayı icat etmiş, bari bir saygı gösterelim diye düşünülmüş olmalı. Zaten bu günler bir farkındalık yaratmak için var, öyle değil mi?   Geçenlerde de “Dünya Hiçbir Şey Günü”ydü. Uzun zamandır duyup da ısındığım bir gün o oldu. Belli ki düzenin örgütlediği ‘hiç durma, çalış, sürekli aktif ol, işleyen demir ışıldar’ yavelerine inat, ‘bi durun ulan, az sakin’ demeye dikkat çekmek üzere oluşturulmuş. Bana uyar.    Yeri gelmişken birkaç gereksiz bilgi de vereyim. Araştırmalara göre, dinlenmeden çok uzun saatler çalışmak, kişisel sağlığı bozan başlıca
Ray Kurzweil, Ian Pearson gibi bazı aklı evveller, insanlığın takriben 2050 yılında ölümsüzlüğe ulaşacağını öngörüyor. Aklı evvel dediğime bakmayın, olumsuz anlamıyla kullanmıyorum, aklı bizden önde giden, bizden evvel düşünen, günümüz fütüristlerini kast ediyorum. Adamlar bayağı taşaklı bilim insanları, işkembeden konuşmuyorlar, tamamen bilimsel verilere dayanarak bir gelecek filmi çekiyorlar. Bilim kurgunun ağa babaları sizin anlayacağınız.    Dediklerine göre, insanın beyni komple kopyalanacak, buluta bağlanacak, sen sen olarak öyle havada asılı yaşayacaksın. Uçup kaçıp, kafana göre takılacaksın, zaten kafadan ibaret olacaksın. Herhangi bir bedene ihtiyacın yok. Ya da arzu edersen herhangi bir bedende vücut bulabilirsin. Artık keyfin bilir. Kafa ful faça sen, beden artık nasıl istersen. Yarı insan yarı makine bir durum. Altın kaval üstün şişhane yani.   Ben işin biyolojik, sosyolojik, felsefi, etik boyutuna girmem, boyumu aşan laflar da etmek istemem. Nasılsa ağzı olan bu konuda kon
Turritopsis dohrnii’yi bilir misiniz? Bilirim diyen varsa saygı duyarım. Ben bilmiyordum, yeni öğrendim. Kendisi Akdeniz ve Japonya sularında yaşayan, bol tüylü, cimcime bir deniz canlısı, bilinen ismiyle ‘ölümsüz denizanası’. Ölümsüz lâkabı değil, yanlış anlaşılmasın, denizde yanına gelse elinin tersiyle iteceğin bu sümüklü, hakikaten biyolojik olarak ölümsüz. Yaşam evresinin son aşamasına geldiğinde tekrar başa dönüyor, daha ölmeden yeniden doğuyor, bu döngü sonsuza kadar sürüyor. İnanabiliyor musunuz?   Oysa biz her canlının bir gün ölümü tadacağına inanmıştık. İşte öldürmeyen Allah öldürmüyor.   “Ölüm metafizik bir rezalettir” diyor Camus. Kendi aklına, zekâsına, gücüne, kudretine tapan, her şeyin ölçüsünün kendi olduğunu düşünen insanın yegâne çaresizliğidir ölüm. Bin yıllardır tanrılar karşısında küçük düşmüştür, ölüm yüzünden. Bütün tragedyalar bu hikâyelerle dolu. Ölümsüzlük ardında koşan Gılgamış da insan kibrinin zirvesi olan Faust da ölüm kapıya dayanıp “aradığınız hayata as
Pandemi zamanı herkes eve tıkıldı ya, bizim tiyatrocuları bir gör. Hayat durdu, gösteri durmadı, ne de olsa ‘the show must go on’!   Artık elinde fırçadan mikrofon, arabesk şarkılara pleybek yapan mı istersin? Ukuleleyle acılı Sezen Aksu nameleri terennüm eden mi? Kostümü düzüp, makyajı yapıp konservatuvar giriş tiratları parçalayanlar mı ararsın? Yatak odasında Pina Bausch figürleri döktüren modern dansçılar mı? Seç, beğen, al! En çok da canlı yayın moda oldu. Geçenlerde bir canlı yayına takıldım, iki kadın oturmuş, sinema konuşuyorlar. Acaba daha ne kadar saçmalayabilirler diye bir süre kaldım. Dalmışım. Sonra bir baktım ki sadece ben izliyorum. Çıksan onlara ayıp, çıkmasan bana yazık.   Aslında tiyatrocuların içine düştükleri bu ruh hali gayet anlaşılır; bir nevi hayatta kalma içgüdüsü. İki bakımdan. Birincisi, eğlence sektörü ilk duran iş kolu olur hep, hatta son açılan da o olur. O yüzden tiyatrocu, sinemacı, müzisyen, katılım gerektiren bütün meslek kolları başının çaresine bakma
Çağın hastalığı diye, bize de Covid denk geldi. Gelmez olaydı o ayrı. Ne ocaklar söndü, ne yuvalar yıkıldı, ne kafalar yandı o şerefsiz yüzünden.    O güne kadar pandemi sözcüğünden de bihaberdim. Belli ki ofis programı da benden farklı değil, kaydımda yok dercesine altını kırmızıyla çiziyor. Meğer karım bilirmiş, okulda öğretmişler. Ama bilmek başka, yaşamak başka. Pratik olmadan teori hiçbir halta yaramaz, zaten pratik olmadan teori de olmaz. Prensip olarak bilirsin de başına gelince apışıp kalırsın. İşte o hesap.    Elli yaşımı geçtim, bütün dünyanın aynı anda durduğunu görmedim. Sordum babam da görmemiş. Babam, “babamın da gördüğünü sanmıyorum” dedi. Aslında duran dünya değil elbet, duran insanlık. Dünyayı insandan ibaret sandığımız için bize dünya durmuş gibi geliyor. Tam tersi insanlık durunca, doğa derin bir oh çekiyor, bütün organlarıyla hayat buluyor, canlanıyor, gönlüne göre yaşıyor, gününü gün ediyor. Hatırlayın, o ara hava kirliliği azaldı, ozon tabakası kalınlaştı, daha dü
“Ben ne yaparsam yapayım önemlidir diye düşünmek” Melih Cevdet için olağandışıydı. Önemli bir şey yapmak için yıllarını vermen gerektiğine inanan, çalışkan, fedakâr, emektar bir kuşağın adamıdır Anday. Oysa günümüzde bu sözcükler Göktürk Kitabeleri gibi.     Çok değil, otuz, otuz beş sene içinde, devir epeyce değişti. Muhakkak Çelik de değişti. Bırak hayat hikâyesini, artık her on saniyemiz bile başlı başına bir hikâye.  Story  diye bir şey var, kim takar günlüğü. Kurmaca eskiden sanattı, şimdilerde gündelik bir gerçeklik.  Öyle insanlar var ki, her gün an be an ne yaptıklarını biliyorum. Saat kaçta kalktıklarını biliyorum. Bütün gün ne yediklerini, ne giydiklerini, kimlerle takıldıklarını, ruh hallerini, nerde sürttüklerini, kimleri dürttüklerini, her bir şeylerini biliyorum; sıçtıklarını görmüyorum belki ama motoru bozup bozmadıklarını biliyorum. Niye biliyorum? Ben de bilmiyorum. Sıçtıklarını da göreceğim diye çok korkuyorum.    Küçük oğlan, henüz dokuz yaşında,  youtuber  olunca ka
Bir günce çağının tanığı olmalı mıdır? Gündelik olanın arka planına, güncel olanı da taşımalı mıdır? Şehrinin, memleketinin, haydi haydi dünyanın hal-i pür melâlini de katmalı mıdır satırlarının arasına? Gününe, gününün olaylarına, gününün insanlarına yer vermek zorunda mıdır günlük?    Zorunda değildir elbet. Sanat ve zorunluluk bir arada olmaz; sanat buyruklara, yasalara, kesin hükümlere, mecburiyetlere sığmaz, sığarsa sanat olmaz. Aksine bütün bu kalıpları yıkmak sanatın fıtratında var. Eğer Augsburg’lu mahçup çocuk Bert, Lukacs’ın koyduğu Ortodoks edebi kurallara itaat etseydi, boyun bükseydi, kabullenseydi, tiyatronun dahi çocuğu Bertolt Brecht olur muydu?  Epik  tiyatro yerine  tipik  bir tiyatro mu yapardı? Aristoteles’ten sonra en çok okunan, en çok çalışılan, en çok taraftar toplayan, en çok uyarlanan, en çok uygulanan devasa bir kuramsal sahadan bahsediyoruz. Kuram demiyorum dikkat, kuramsal saha diyorum, lütfen. Bir Bertolt Brecht kolay yetişmiyor.    Brecht, ta 1910’ların b
Melih Cevdet günlük tutmak büyük adam işidir diyor bir yazısında; tam olarak böyle demiyor elbet, bu sığlığa benim zihnim indirgiyor. Melih Cevdet’i tam olarak anlamanın da aktarmanın da imkânı yoktur zira. Çünkü Melih Cevdet büyük adamdır.    1989’un haziranında kalem oynattığı  Akarsu Nereye  başlıklı yazısında şöyle döktürmüş üstâd-ı muhterem:   “Kolay değildir bir günümüz içindeki olayların önemini anlamak, onları önem sırasına dizmek. Kendimize büyük değer biçmemize bağlıdır bu. Ben ne yaparsam yapayım önemlidir diye düşünmek kolay olmasa gerektir. Sıradan insanlar işte bu yüzden anı tutmayı hiç düşünmezler.”   Ben düşündüm. Ama yalnızca düşünmek insanı büyük adam yapmıyor. Düşünmek ne de olsa bir düş, düşten türüyor; oysa düşü gerçeğe dönüştürmektir büyük adamlık. Ancak bu şekilde hayranlık uyandıracak bir iş yapmış olursunuz. Ancak o zaman birileri size büyük adam gözüyle bakar. Ancak, o birileri size büyük adam dediği vakit büyük adam olursunuz. Aksi halde kendin çal kendin oyn