Pandemi zamanı herkes eve tıkıldı ya, bizim tiyatrocuları bir gör. Hayat durdu, gösteri durmadı, ne de olsa ‘the show must go on’!
Artık elinde fırçadan mikrofon, arabesk şarkılara pleybek yapan mı istersin? Ukuleleyle acılı Sezen Aksu nameleri terennüm eden mi? Kostümü düzüp, makyajı yapıp konservatuvar giriş tiratları parçalayanlar mı ararsın? Yatak odasında Pina Bausch figürleri döktüren modern dansçılar mı? Seç, beğen, al! En çok da canlı yayın moda oldu. Geçenlerde bir canlı yayına takıldım, iki kadın oturmuş, sinema konuşuyorlar. Acaba daha ne kadar saçmalayabilirler diye bir süre kaldım. Dalmışım. Sonra bir baktım ki sadece ben izliyorum. Çıksan onlara ayıp, çıkmasan bana yazık.
Aslında tiyatrocuların içine düştükleri bu ruh hali gayet anlaşılır; bir nevi hayatta kalma içgüdüsü. İki bakımdan. Birincisi, eğlence sektörü ilk duran iş kolu olur hep, hatta son açılan da o olur. O yüzden tiyatrocu, sinemacı, müzisyen, katılım gerektiren bütün meslek kolları başının çaresine bakma telaşına girer. Kendilerine yeni mecralar, yaşamını sürdürebileceği alternatif kanallar ararlar sahne canlıları. Ne yapsın garipler? İkincisi, seyredilmeye, dinlenilmeye, beğenilmeye, alkışlanmaya, onaylanmaya, pohpoha, omuzlara alınmaya, altı okkaya alışmış, neredeyse bağımlı hale gelmiş bu insan türü, salgınla birlikte oyuncağı elinden alınmış çocuğa döndü, benliği yitti, aklı gitti, varlık sebebi kalmadı. Bütün o paylaşımlar (sosyal medya jargonunda paylaşım deniyor yanlış anlaşılmasın) tiyatrocunun hayat belirtisi aslında. Korkacak bir şey yok.
Bir de “tiyatro öldü” diyorlardı. N’oldu? Aktörlük ölmedikçe tiyatro ölmez, şov bölünmez!
Yorumlar
Yorum Gönder