Tiyatronun en büyülü tarafı birdenbire oluvermesi, ne kadar prova yapmış, ne kadar sağlam ezberlemiş, ne kadar hazırlıklı, ne kadar kendinden emin olsan da, tiyatroda birdenbire bir şey oluverir. Hiç beklemediğin anda, hiç beklenmedik bir şey olur, öyle kalırsın. Bu birdenbire olana verdiğin tepkidir tiyatro hem oyuncu hem de seyirci için. Tiyatro o zaman hayat bulur, tiyatro o durumda gerçek olur, tiyatro o vakit bizatihi gerçeğe dönüşür.
Sene 93 ya da 94 olmalı, 24 yaşında falanmışım demek ki. Köhne Bizans Operası diye bir oyun oynuyorduk; Ortaoyuncular’da içinde olduğum henüz ikinci oyun, çıraklığın da başındayım anlayacağınız. Ferhan Şensoy bizim için bir ilah, her şeyi harfiyen uygulamak gerekiyor; ustaya, sahneye, oyuna, hepsinin başında tiyatroya saygıyı öğrenmekte olduğum bir dönem. Oyunda herhalde otuz kişi var, üç saat sürüyor, yirmi tane falan şarkı, canlı söyleniyor fakat müzik efektten geliyor, üstüne birçoğunda herkesin sahnede olduğu danslar biniyor. Müzikleri Fikret Kızılok, koreografiyi de Erdal Uğurlu yapmıştı; ikisi de inan olsun dünya tatlısı insanlar, çok anlayışlılar, fakat anamızı ağlatıyorlar. Müziğe kulak kesileceksin, bir kaçırırsan bütün koro ağızda dağılıyor, adımlarını sayacaksın, yanlış atarsan sahnede herkes birbirinin ayağına dolanıyor, daha kötüsü Ferhan Abi pis bağırıyor. Hepimiz çakı gibiyiz, olmamana imkân yok, hata payı sıfır çünkü, arada çürük dişler de var ama, taş gibi bir ekibiz.
Oyun Justinianus döneminde geçiyor, Aya Sofya’nın yapıldığı yıllar. Kostüm, makyaj yanıyor. Celal Belgil, Hakan Bilgin, bir de ben, travesti oynuyoruz, oyunda hep üçlü olarak takılıyoruz. Altımızda kırmızı tayt, üstünde tunik, üstüne uzun etek janjanlı bir elbise, ayakta dore sandaletler; benimkisi kumral, Celal’inki kızıl, Hakan’ınki civciv sarısı birer peruk kafamızda, makyaja girmiyorum bile. Hazırlanmamız bir saat sürüyor. Bizim durumumuz yine iyi, oyun boyunca heykel olanlar var; beyaz taytlar giyip görünen her yerlerini beyaza boyuyorlar, bayağı sütunun üzerinde, kiminde lir, kiminde zeytin dalı heykel gibi duruyorlar, Allah kimseye göstermesin. Arada gülerek pozisyon değiştiriyorlar, şarkılara ve danslara katılıyorlar, ağır iş yani.
Neyse uzatmayayım, benim ishallerim meşhurdur. Küçüklüğümden beri kıçım bir gevşektir. Dolmuşlarda mı istersin, şehirlerarası otobüslerde mi istersin, sokakta paçadan mı istersin, annem çok çilemi çekmiş zavallı. Bir de üzerinize afiyet, bir postayla sonlanmaz, tuvalete zincirleme taşınmalar halinde devam eder bende namussuz.
Uzun sözün kısası, Köhne Bizans Operası’nın tam ortasında birdenbire geliverdi.
İlk olarak sahneden çıkmak geldi aklıma, düşündüm olacak iş değil; sonra dedim ki, ulan öyle de sıçacağım böyle de bari sahnede olmasın. Ses Tiyatrosu’ndayız. 1881 yılında yapılmış, padişahı da ağırlamış, Atatürk’ü de görmüş. Memleketin ayakta kalan en eski tiyatrosu, gerçek bir müze, yaşayan tiyatro tarihi. Mınakyan’dan Burhanettin Tepsi’ye, Muhsin Ertuğrul’dan Cahide Sonku’ya, Münir Özkul’dan Haldun Dormen’e, Yıldız Kenter’den Toto Karaca’ya, tiyatromuzun nerdeyse bütün büyük aktörleri durmuş aynı sahnenin üstünde. Tarihe, Türkiye Tiyatro Tarihi’nin içine sıçan adam olarak geçeceksin. Bir ihtimal daha var o da ölmek, mi dersin kısmı fazla.
Hikâyenin sonu mutlu bitiyor, merak ettiğinize değmez. Şarkıyı pileybek, dansı bacaklar çapraz tamamladım. Koşarak indim sahne altındaki oyuncu fuayesine, sigara tüttüren heykellerin arasından sıyrılarak ayak yoluna yetiştim.
Türkiye Tiyatro Tarihi’ne ilgim o günlerde başlar.
Yorumlar
Yorum Gönder