Kayıtlar

Çocuk büyütmek, hayat boyu bitmeyen sorulara cevap vermekten mürekkep. Çocuk daha konuşur konuşmaz ‘bu ne’lerle başlıyor her şey. İki buçuk, üç yaşına erişildiğinde, sonu gelmez ‘niye’lerle sürüyor. Sabah kalkıyor ‘niye’, akşam yatıyor ‘niye’, kalkmayla yatma arasında istisnasız her şeye ‘niye’. ‘Niye’lere cevap bulma bildiğiniz mesai; çalışma, emek, pratik zeka, kriz çözme, araştırma, sabır, istikrar gerektiriyor. İş cevap bulmakla da bitmiyor, çünkü her bulduğunuz cevaba karşılık soru yine ‘niye’. Bazılarına cevap buluyorsunuz, bazılarına bulamıyorsunuz öğreniyorsunuz, bazılarını öğrenemiyorsunuz uyduruyorsunuz, bazılarını uyduramıyorsunuz apışıyorsunuz. Bazılarında apışamıyorsunuz bile çünkü sorunun cevabı yok.    ‘Bu ne?’ ‘Tahta’ ‘Niye?’. Kent bilinçli ebeveynleriz, cevap vermemek olmaz. ‘Nasıl niye, tahta da ondan’. ‘Niye?’ Küfretmek düşünülemez bile. ‘Niyesi yok, tahta işte’ ‘Niye?’. Tahta işte ulan, kabullen, sindir, belle. Diyemezsiniz. O zaman elinizde kalan son kozu oynayacak
  Her şey hızla yozlaşıyordu, birinciliği akıla verdiler.
İbrahim Büyükak, karısının hamile olduğunu öğrenince heyecanla babasını aramış. “Baba oluyorum, baba” demiş. Babası “üç sene geç kaldın” diye cevap vermiş.    Bizim memlekette erkeğin hep baba ile bir derdi var. O yüzden de memleketin erkek diye bir derdi var zaten. Babası Büyükak gibi tatlış olanlar daha şanslı elbette, ben de kendimi onlardan sayarım. Sevgiyi de gördüğümüz, saygıyı da öğrendiğimiz güzel babalardır onlar. Yine de bu, bizde babanın bir iktidar figürü olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Hele de bu iktidarı sevmeyen, daha da ötesi nasıl seveceğini bilmeyen kişilerin eline verirsen, işte o zaman ailede pandomima kopuyor. Üstelik bu türden babaların sayısı hiç de az değil.   “Gün gelir her erkek babası olur” diye bir laf var. Ne acı. Acı ama gerçek. Hele de bizimki gibi toplumsal rollerin öne çıktığı, gelenekçi bir toplumda. Lakin madem böyle bir gerçek var, o zaman bunun bilincinde olan her erkeğin ayağını denk alması gerek. Tamam babama dönüşeceğim, kaçışı yok, hiç değilse o
Gece deyince aklınıza hemen gece hayatı gelmesin. Gelir çünkü biliyorum. Ne de olsa memleketin ezberi bu. Hassasiyetleri olan bir toplumuz. Gece hayatına da sanatçıya da magazin dünyasının açtığı bir pencereden bakar yurdum insanı, o montajlanmış dünyaya inanır, kurmacayı gerçek kabul eder, en nihayetinde bu bakış sanatçılara ilişkin genel bir yargıya dönüşür. Alıştık artık.    2011 yılında Pelin Esmer’in “Gözetleme Kulesi” filmi için Kastamonu’ya gitmiştim. Tosya civarlarında, arabayla yarım saat tırmandığınız bir ağaç otelde kalınıyor; kuş uçmaz, telefon çekmez, etrafta insandan çok domuzun ve ayının kol gezdiği, kelimenin tam anlamıyla bir dağ başında. Maksat filmin ana mekânı olan, en tepedeki yangın gözetleme kulesine yakın olmak. Benim sahnelerim Menderes Samancılar’la; otele aşağı yukarı bir saat mesafede bir benzin istasyonunda çekilecek. Menderes Abi akşamdan “sen benim arabayla gel hem laklak ederiz hem de ezberi geçeriz” dedi. Canıma minnet. Sabah beş buçukta, henüz ayılar b
Tiyatrocunun delilik hali diğer sanatçılardan biraz farklıdır, kendimden biliyorum.  Delilik tiyatrocu için hem bir düşünme, üretme ve yaşama biçimidir, hem de hayatı tersinden yaşayanlara özgü bir alışkanlık. Bir nevi mesleki deformasyon. Tiyatrocunun hayat mesaisi tersine akar, bu yüzden biyoritmi de farklı işler. Normal insan sabah erken kalkar, sekiz, sekiz buçuk gibi mesaiye başlar, akşamüstü işten çıkıp yedi buçuk sekiz gibi sofraya oturur. Tiyatrocu ise akşam yedi gibi işine gider, sekiz buçuk sularında mesaiye başlar, sofraya ise ancak gece yarısı oturur. Karnını doyurup, bünyede biriken adrenalini düşürmesi sabaha karşı üçü bulur, sabahları geç kalkması bundandır. Normal insan hafta sonu dinlenir, tiyatrocu çalışır; normal insan bayramda seyranda tatil yapar, tiyatrocu iş. Ezcümle, normal insan gündüzse, tiyatrocu gecedir.    Fakat gel de bunu anlat. Babam belki kırk yaşıma kadar, “sabahları erken kalk evladım, günü öldürüyorsun” dedi. Bıkmadan dedi, usanmadan dedi. Çünkü elli
Bilinçli deli anormaldir, yani ‘norm’ sevmez; o daha çok insan sever. Bilinçli deli yerleşik akıldan hazzetmez, ezber sevmez; tersten düşünmeye, ezber bozmaya meyyaldir. Bilinçli deli özgür bir ruhtur, kural sevmez; sadece güzel bir dünya hayal eder. Bilinçli deli sadece bir dünya hayal etmekle kalmaz, bu dünyayı kurmaya da çalışır, çoğu zaman kurar da; her türlü imkânsızlığa karşın.  Bilinçli deli eğlencelidir, kınada zorla göbek atmaya kaldıran görümceye benzer, seni kendi dünyasına çağırır, onun derdi güzelliktir. Bilinçli deli aptallığı sevmez, hamuru daha çok samimiyettir.    Aslında bütün sanatçılar, o ya da bu şekilde, şu veya bu araçlarla, aynı şeyi yapmaz mı? Sanatçı, kendilerini akıllı sanan insanların aklını alır, onlara başka bir akıl sunar. Normalim diye geçinen insanlara, anormal bir dünya kurar sanatçı; düzden değil tersten bakar. Bakmakla kalmaz baktırır da. Sanat insanı bilinçli deliliğin masallar diyarına çeker. Belki de bu yüzden tutkulu bir haz alırız sanattan, bize
Erasmus “kendini akıllı sanmak, gerçek deliliktir” demiş. Adam felsefede dünya çapında bir marka, adına koskoca bir öğrenci değişim programı var, az buz değil. Ciddiye almak lazım. Ciddiye almasak da söylediklerini biraz düşünmekten zarar gelmez. Zaten düşünmek bizatihi zararlı değildir. Bu sakalsız filozof, vakti zamanında, “gerçek bilgelik, deliliktir. İnsana yeryüzünde yaşama gücü kazandıran da deliliğin ta kendisidir” diyerek Deliliğe Övgü düzmüş, tabii anlayana.  İnsanın içindeki deliyi kabullenip, sevip, büyütüp, benimseyip bir yaşama gücüne dönüştürme haline Melih Cevdet de “bilinçli delilik” diyor; edebiyatımızın ‘atar damarı’ bu büyük yazar için bilinçli deli “bilinçli bir çocuktur, saçmalayan ve şakalaşan biridir, hayatı korku verici olmaktan çıkartıp masala çevirir”. Gel de deli olma.    Müjdat Gezen askerden izne gelmiş, 60’lı yılların başları olmalı, Saraçhane’den Aksaray’a doğru yürüyormuş. O bölge malum İstanbul’un sıfır noktası, günün her saati bir mahşer, bir horanda.